Geçenlerde pop sanatçısı Ege’nin ilk romanı İsyan’ı tanıttığı bir kafeterya toplantısına katılma onuruna eriştim. Ege, hayatı ve başarılı müzik kariyeriyle ilgili güzel şeyler anlattı, öğrenim sürecinden başlayarak başarısızlıklarının kendisini nasıl yeni başarılara yönelttiğinden dem vurdu. Neden roman yazdığı konusuna gelince de, buna aslında bilinçli olarak karar vermediğini, kafasında kendiliğinden oluşmuş kitabın artık gün yüzüne çıkma zamanının geldiğini, adeta kendini yazdırmaya zorladığını ifade etti. Alkışladık, imzalı kitaplarımızı aldık.
Ben Ege kadar şanslı değildim. Önüme ilk kez boş bir beyaz sayfa açtığımda, kafamda yazılmayı bekleyen bir roman olmadığı gibi, ne yazacağıma dair en ufak bir fikrim bile yoktu. 2001 yılında ortağı olduğum şirket iflas edince, ki 39 yaşındaydım, iş hayatının bana göre olmadığını biliyordum da, geç de olsa kabullenmiştim. Hiç sevmediğim bir işte başarılı olma şansım tabii ki yoktu. Oturdum, düşündüm, uzmanı olduğum tek konu olan hayal kurma yeteneğime güvenip hayatımın bundan sonrasını yazarak geçirmeye böylece karar verdim.
Elbette uzun zaman aklıma hiçbir şey gelmediği için dişe dokunur hiçbir şey yazamadım. Onun yerine bol bol içki içtim. Üzerinden uzun zaman geçti, hatırlamıyorum, sonra nasılsa bir roman yazmayı başardım. Daha doğrusu on iki defa yazdım çünkü gönderdiğim yayınevlerinden tek tek ret yanıtları geldikçe, yirmi dört saatlik komanın ardından yattığım yerden kalkıp aynı romanı yeni baştan bir kez daha yazıyordum. Kitapları basılan pek çok yazar gibi önceden yayınlanmış yazılarım, öykülerim, yani ön hazırlığım yoktu. Acemiydim. İzmir’de yaşıyordum. Kimseyi tanımıyordum. Daha kötüsü kimse beni tanımıyordu. Bir gün mail kutumda İnkılap Yayınları sahibi Arman Fikri’den gelen olumlu yanıtı görünce nasıl sevinmem gerektiğini bilemedim. Sokağa çıkıp bağırsam mı, yerlerde yuvarlanıp taklalar mı atsam?.. Ağırbaşlı biriyimdir, için için sevinmekle yetindim.
İnkılap’ta yayın süresi uzadıkça uzadı, ben bir romana daha başladım, süre biraz daha uzadı, çalıştım çalıştım, sonra biraz daha uzadı ve yeni kitabımı artık ne düşündüysem Can Yayınları’na gönderdim. Aradan çok geçmeden dönemin genel yayın yönetmeni İlknur Özdemir beni telefonla aradı, kitabı beğendiklerini ve basmak istediklerini söyledi. Benzer “sevinememe” süreci bu kez ağırlaşarak tekrar etti. Fakat bir sorun vardı. İlknur Hanım bir yazarın ilk iki kitabının ayrı yayınevlerinde aynı zamanda yayınlanacak olmasının tuhaf kaçacağını, bu konuyu düşünmeleri gerektiğini söyledi. Değişen ses tonu umut kırıcıydı. “Bakın bu hiç iyi olmadı Mehmet bey,” derken, mutlu başlayan telefon görüşmesi bir trajediye dönüşmek üzereydi. Karın ağrılarıyla geçen iki upuzun günün ardından İlknur Özdemir beni tekrar aradı ve ne olursa olsun kitabı basmak istediklerini söyledi. Oh!
Böylece ilk kitabım “Geri Gelmemek Üzere”nin birinci baskısı 2003 yılında Can Yayınlarından çıkmış oldu. İlknur Hanım, o günlerde İnkılap’ın genel yayın yönetmeni olan rahmetli Enver Ercan ile anlaşarak ve o güne değin yapılmış masrafları ödemek koşuluyla İnkılap’taki dosyayı Can Yayınlarına devraldı. Anımsadığım kadarıyla 270 lira gibi bir şeydi. Kitabın adı “Harun”du. Dosyayı tekrardan okuduğumda, aman Allah’ım, dehşete kapıldım. Çok kötüydü. Düzeltmekle olmayacaktı. Yeni baştan yazılması gerekiyordu. Aldım, bir kenara koydum. Seneler sonra bozup, içinden bazı parçaları, “Bir Perişanlık Hali”nde kullandım. Epey işe yaradı sonuçta.
Geri Gelmemek Üzere kitapçılarda çoktan satılmaya başlamışken, aklıma yayınevine neden hiç gitmediğim geldi. Öyle ya, gidip tanışmak lazım. Kalktım Can Yayınlarının Galatasaray Lisesinin arkasındaki binasını bulup İlknur Hanımın yanına çıktım. İlknur Özdemir, bu kadar da gamsızlık olmaz ki, diye yüzüme vurmadan beni iyi karşıladı, çay söyledi, sohbet ettik, o sırada koridordan geçen Erdal abiye seslenip “Yeni yazarımız,” diyerek beni tanıştırdı.
Ben Erdal Öz’ü asık suratlı ve sert biri bilirdim. Yıllar süren siyasi mücadele, tutukluluk, işkence, hapishane hayatı sonrası… Değilmiş. Işık saçan bir gülümseyişi vardı. Romanımın basılmasına en az benim kadar sevinmiş gibiydi. Bundan cesaret alıp kendisine söylediğimde, “İlknur,” dedi, “kitaplarımın arka kapak resimlerini gülenleriyle değiştirelim!” Güleç yüzlü fotoğraf aramak üzere odasına döndüğünü sanırken, elinde bir tomar parayla geri geldi. İlk telifim. Elden, nakit! Utandım, nazlandım. “Olmaz öyle şey, bu senin çocuğun,” diye üsteledi. Bir insanın para öderken mutlu olduğunu ilk kez görüyordum.
İşte böyle.